28 Eylül 2009 Pazartesi

Sen mutlulugun resmini yapabilir misin Abidin? Ben yapabilirim!

Ayni amac icin insanlar toplanmissa, hele bir de arada sevgi varsa (yani insanlar “can” olmussa), ayni seyleri okumak ve dinlemek herkeste ayni hazzi yasatiyorsa, ara sira geyikler ortami sarmisken iclerinden bir ciddi can herkesi toparlayabiliyorsa, daha demlenmedi diye dusunulen bir anda, buharlar cikan caydanlik getiriliyorsa, basta agri varken tesebbus edilen yardim hareketi “sen otur” diye engelleniyorsa ve hic cekinmeden oturulabiliniyorsa, atayurttan gelen leblebiler tabaklari doldurmussa, yetmeyen bitter cikolataya snickers destek olmussa, ask ve sevk varsa yureklerde, “Yahya”nin ne guzel bir isim oldugunda hemfikir olunmussa, sonunda hasta gorunmek de olsa verilen karardan yine de donulmuyorsa, ikiye katlanmanin sevinci yasaniyorsa, tek istek “riza”ysa, ve bunun icin kafa yoruluyorsa , daha ne istenir ki mutluluk adina!

27 Eylül 2009 Pazar

pembe semsiyenin altinda

Yagmurlu bir pazar sabahi, ne olsa diye cok dusunuldukten sonra karar verilen hediye elde, yeni insanlarla tanisilmak icin yollara dusuldu. Tanisilacak, kisa ozgecmisler sorulacak, kahvalti yapilacak, dinlenilecek, anlatilacak ve sonraki hafta tekrar bulusulacak. Kismet olursa iki yil bu boyle gidecek. Yani biraz sonra tanisacagim insanlar hayatimin cok onemli bir parcasi olacak. Hic cekinmeden kardesimden ister gibi isteyecegim (ins) ve hic dusunmeden kardesim icin yapiyormusum gibi yapacagim (yapmak : genel eylem). Hepsinin hayatlarini, coluklarini cocuklarini, karakterlerini, mucadelelerini ogrenecegim. Sonra, iste sonra 2 yil bitecek (kismet olursa tabi), ayrilik vakti gelecek, bir bir gidecekler, ve herbiri icin ayri bir aglama sahnesi yasanacak. Yazin atayurtta bulusma gunu ayarlanacak, ve evet onlar gidecek, bende bir eksiklik kalacak, oysa su gune kadar hayatimda zaten yoktular. Ne garip insan, ne cok etkileniyor her seyden, ne cok baglaniyor... ve belki de yillar sonra, dunyanin neresinde, gunun hangi saatinde, nasil bir havada bilinmez ama yeni canlarla tanismaya gidilirken yine ayni seyler dusunuluyor olacak (tabi ki yine Allah kismet ederse)
NOT: giderken yazildi, donunce yayinlandi

26 Eylül 2009 Cumartesi

gecmis zaman

volkan apartmaninin balkonunda abim, ve elinde bir siir defteri (ki o zamanlar cok gaz siirler okurdu, bir de ay-yildizli kolye vardi ama toprak orttuk ustune, acmicaz), beni karsisina oturtmus, bana kendi begendigi misralari okumakta.. Ben sıkıntıdan patlamisim, ama abimin hevesini kirmak istemememden ilgiliymis gibi davraniyorum, dinliyorum, guzel olduguna dair yorumlar yapiyorum. Aradan en fazla iki yil geciyor, yine volkan apartmanindayiz, bu sefer benim elimde ozenle belki de ozentiyle hazirlanmis bir defter, icinde can alici misralar (ki cogu ablamin ve abimin defterlerinden, bir de Mr. Siddik'in dil bilgisi ogretmek icin miydi neydi, o amacla yazilmis bir kitabindan kopyalanmis) ve siirler ilk genclik yillarini anlatan, ve karsimda kurban olarak kardesim. Ben begeniyorum ya, o da biraz dinlese o da begenecek, buna inaniyorum, ve okumaya devam ediyorum. Birden, yillar oncesi geliyor aklima, benim kurban oldugum gunler, birakiyorum. Sonra kendi kendime okumaya devam ediyorum, ucuncu sahsin siirinden basliyorum, hasretinden prangalar eskittim'e geciyorum, tum siirleri degil de dortluk olanlari daha cok seviyorum. "Oysa ben daha guzel ölürdüm, arka bahcede askercilik oynarken" misralarinin yillar sonra bile ezberde kalacagini bilmiyorum. Orhan Veli'yi cok fazla okumuyorum, herkes biliyor onu, ama Ilhan Berk'i farkli goruyorum (ki o zamanlar I. Berk'ti benim icin. Mr Siddik oyle yazmis kitabina). Arkadaslarimin onun adini ilk defa duymalari beni mutlu ediyor anlamsiz. "Siir gecesi" secmeleri oluyor, tek geciyorum, kafiyeli siirleri sevmem ama Mona Roza'yi seviyorum. "Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair"i buluyorum getiriyorum:

"Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Can kuşum, umudum, canım sevgilim"

hele o bitiris, sanki Erdem Beyazit kimseye soylememis ama bir bana soylemis gibi havalara giriyorum, seviyorum. Derken, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine"yle tanisiyorum, o siiri ben yazmadigim icin cok uzuluyorum, oysa nasil da guzel yazilmis, hele "senin kalbinden surgun oldum ilkin" nasil guzel soylenmis, nerden de akla gelinmis oyle bir cumle, gipta ediyorum (ki yillar sonra kimlere gipta edilebilir, kimlere edilmez ogreniyorum). Oysa benim de yazdigim siirler var, yazarken harikaymis gibi gelen ama yillar sonra bir dolap duzeltme seansinda ansizin cikinca dunyayi durdurup saatlerce okunan ve aslinda cocukluk oldugu aynelyakin anlasilan. Ahlisima bulunuyor bir baska seansta

"Ben -2'yim, sen reel sayilardaki karekokumsun,
Ben ekvatorum, sen 24 saat gunduzumsun"

Karar veriyorum, siir kabiliyetim yok, duz yazi, dumduz, en guzeli. Sonra "jelibon"geliyor aklima, simdi nerde acaba...

ve karsinizda Cafer

Iste bu da benim vazgecilmezim Cafer! Taninmasin diye onun da yarim fotosunu koydum:) (ha bi de concepte uysun diye) neme lazim sonra celebrity olur, beni unutur falan (zaten umrunda degilim gerci, kekleri alip alip gitmekte, onu oraya koyani hic dusunmemekte, aman nimeti ASIL VERENi unutmasin da) En yakin zamanda Cafer'in parcaladigi objelerin resimlerini de koycam ins (pencere teli, vb). Cafer icin bir 101 dersi vereyim hemen, ( C101 introduction to Cafer) Bir gun ben eve geldim, mutfakta bir degisiklik var, hirsiz girmis desem degil, kekler ortaya sacilmis, neyse dedim, gectim. Sonra bir gun icerden (mutfaktan) sesler duydum, korkumun uzerine gittim, bi de ne goreyim, onla tanismamiz zaten yazilmismis da aktorler olarak bir karsilasma senaryosu yasamaktayiz. Ben onu gorunce dondum kaldim, hareket etsem kacip gidecek, ama o da dondu kaldi (o sahne aklimdan hic cikmiyor) masanin uzerinde duruyor, kafasini cevirmeden bana bakiyor, ne gidiyor, ne kaliyor. Sonra o hizla gitti, ben kendime gelemedim, hayatima girmisti bir kere, olmamis gibi davranamadim, sonra ona cafer ismini verdim ve onu digerlerinden ayirdim. Iceri girmesin diye pencereyi kapattim, ama hep gelmesini istedim, pencere telinde oyle kalsin istedim. Her sabah ilk isim ona yiyecek koymak oldu/oluyor. Cafer kekleri yiyince (ki kalan kalburabastilari da ona yediricem) ben mutlu oluyorum, pencerenin onunde onun gelmesini bekliyorum. Biliyorum, o da Suha gibi (bir ara da S101 veririm) cekip gidecek, hem de kis gelmeden belki. sonra ne olacak? Gordugum her sincabi cafer zannedicem. (cok duygusalim bugunlerde, eee arayip soran yok, ondandir!)


25 Eylül 2009 Cuma

labda yemek yenmesine karsi olanlar el kaldirsin

Evet kabul ediyorum, takintili bir insanim, taktim mi hakkaten takarim, ve sanirim en buyuk takintilarimdan biri de yemek esnasinda cikan sesler! Deli olurum, aglayasim gelir, mumkunse olay yerini terk ederim, degilse icten ice kizarim, oturur yazi yazarim. Velhasil, su hipotezi savunmaktayim: pozitif bilimlerle (!?) ugrasilmasi gereken bir mekanda yemektir, sekerdir, hele havuctur hic yenmesin. Eger bu objelere karsi dayanilmaz bir istek duyuluyorsa, ogrenciler icin ozel olarak, binbir emekle hazirlanmis alana gidilsin, orda istenildigi kadar ses cikartilarak yenilsin icilsin, ama bu cana daha fazla kiyilmasin, zaten gergin bunyeye daha fazla eziyet edilmesin! Tabi siz “uyar madem” diyebilirsiniz, fakat uyarmak icin arada mesafe olmamali, canindan bir can olmali karsidaki ki kirilmasin, uzulmesin (ah cok fedakarim goruyorsunuz, baskasinin uzulmesindense kendimi cileden cikarmayi tercih ediyorum!) Bir takim gayretli canlarim var (bknz. tefek-sirin) ama ben "heeyyt, cikar su agzindaki sakizi makizi" deyince, saygida kusur etmez, basini one eger, objeyi kendinden hemen uzaklastirir, ve kirilmaz, incinmez. Ama labda durum oyle degil ne yazik ki, "heeyyt, yeme su sekeri" desem kimse anlamaz (cunku dil farki vardir aramizda), (neyse "geyige sarmadan devam" kuralini da hayatimin vazgecilmezlerinden yapsam iyi olacak) ne diyordum, hah iste desem oyle (after translating, yok yok ben artik “far far away”in dilinde dusunup oyle konusuyorum, ceviri yok:)) ) kirilacaklar, az da olsa, ve bende vizyon misyon hicbir sey kalmayacak. Kisas yontemini kullansam, o zaman da hakliyken haksiz duruma duserim! ben simdi giybet mi yapmis oldum? yooo, sadece bir istegimi dile getirdim, insan hakkinda degil de eylem hakkinda konustum (bknz. kendini teselli etmek). Ve hakliyim, labda yemek yenmesine karsi olan en az yuzbin kisi bulabilirim:)

24 Eylül 2009 Perşembe

tarifsiz blog mu olur?

Onca guzel ve uygulanasi yemek bloglari/siteleri varken tarif vermek bana dusmez. Ben de haddimi bilir hic kalkismam o ise. Yapmayi sevsem de, hatta eskiden her yemek yapisimda kendimi yemek programinda zannetsem de, herhangi bir yemek icin "en fazla yarim saat" kuralini benimsedim coktan, hayat felsefesi olarak (cok ulvi bir felsefe benimsemisim! neyse). Pisme suresi degil de, yemek icin harcanan iscilik suresi (dograma olsun, karistirma olsun, pisip pismedigine bakma olsun hepsi dahil) dikkate aldigim. Cikar yol olarak da pisip pismedigine bakma islemini minimize ettim. Her pisirdigim yemek/pasta/borek/tatli cesitlerinin belli bir isida belli bir pisme suresi var (kesin), kurarim saati, otmeye baslayinca da gider kapatirim, bu arada da ne isim varsa kalkmadan guzel guzel yaparim. ilk yontemimi (tarif degil, yontem) turk kahvesi icin paylasayim dedim, en cok tukettigim ve her aksam yaptigim oge olarak. Olculer su bardagi buyuklugundeki fincanlar icindir, daha kucugu kesmez, inatla carpan kalbe kafa tutulur, her aksam o fincan masaya konur. Cezveye once iki tatli kasigi kahve konur, sonra iki fincan su, uzerine de 1.5 tatli kasigi seker, karistirilir bir guzel. Sonra ocak orta ayara getirilir, saatler 7 dakikaya ayarlanir, olay yerinden ayrilinir. 7 dakika sonra oten saatle aheste aheste mutfaga gelinir, yanlardan hafif kopurmeye baslamistir bizimki, ocaktan alinip fincanlara konur, cikolatalar icine batirila batirila yenir/icilir, sonra mecburen derse baslanilir. E zaten 7 dakika, basinda beklesem nolur? Hic iste!

ozlenenler




gozlerimin onunden gecen film seridi

Yillar yillar once, yokusu bol bir sehirde, aglamayi bilen bir kiz gelmis dunyaya. 1 yil gecmeden konusmayi, 1.5 yil gecmeden dusmeden kosmayi, 3 yil gecmeden de sehir terk etmeyi ogrenmis, ve anne-babasiyla kucuk ve agacsiz bir sehre yerlesmis. Her kiz cocugu gibi, cubuk krakeri sigara olarak kullanmis, asagi bakkaldan lolipop almis, leblebi tozunu bogazina kacirmis, voltrancilik oynarken pembe voltran olmak ona cok yakismis. Yalniz cok inatciymis, hatta 4 yasinda oruc tutmak icin inat etmis, onca israra tahrige ragmen ailede en kucuk yasta oruc tutma unvanini elde etmis. Abisi tarafindan yokus asagi ve ayakta olarak bisiklete binmeyi ogretilmeye yeltenilmis, fakat o sekilde ogrenemedigi gibi aldigi yaralar da kendisinde iz birakmis. Sonrasinda, yagmurlu bir yaz ikindisinde, evde anne ve yengesinin hazirladigi kol boregi piserken duz yolda oturarak bisiklet surmeyi basarmis. Kucuk kardesine kucuk annelik yapmis, kitap yazma isine ilk defa ilkokulda kalkismis. Derken ilkokul bitmis, Burak apartmanindan Volkan apartmanina gecilmis, ara ara, kimse yokken, eski apartmana gitmis, merdivenlere oturup aglamis, ama bunu kimseye soylememis. Ortaokulda, henuz hazirlik okurken, buyudum havalarina girmis, folklor oynamis, atlet olmus, siir-kompozisyon yarismalari kazanmis, sonradan akibeti bilinmeyen gunlukler tutmus, test-ders kitaplarinin arasina misralar yazmis, okul sirasina sarki sozleri kazimis, boyle boyle "yatili lise" hayatina gecis yapmis. Misafirhaneden bozma bir yurtta, gece yarilarina kadar arkadaslariyla sohbetler etmis, elma toplamaya gitmis, cagla koparmis, etudler yapmis ve 3 yil sonra o sehri de terk etmis, buyuk ve denizi olan bir sehirde hayatina devam etmis. Once yurtta kalmis gullerden biri olmus, sonra arkadaslariyla beraber mutfak dolaplarinin kapaklari olmayan bir evde de kalmis, kaloriferler calismadigi icin utuyle isinmaya calistiklari bir evde de. Kuru fasulye pisirmeyi de ogrenmis, tatli yapmayi da. Dinlemeyi de ogrenmis, anlatmayi da. En zoruna giden, arkadaslarini sabahlari kaldirmak icin uykulu uykulu dil dokmekmis bir de yemek yiyen birinin cikardigi ses, hepsine sabretmis. Evinde proje-odev partileri de olmus, dizi partileri de. Cumartesi sabahlari patates kizartmasi ve evin asagisindaki firindan alinan simit, bir de sen sakrak arkadaslariyla kahvalti yapmis. Kayip Balik Nemo'su varmis 12 kez izledigi, salihi de varmis sonra olen, emrahi da hem annelik hem babalik yaptigi. Sonra, her midterm/final oncesi konusturdugu/konusturuldugu canlari varmis. Ve ne olduysa o 5 yilda olmus, kucuk kiz buyumus, olgunlasmis, simarikligi gitmis(!), kendi kucuk dunyasina buyuk hedefler koymus, bu hedefler icin yasamayi arzulamaya baslamis. Ve sonra, "far far away" diyarlara goc karari almis anne-babasindan sonra onu en cok seven kisiyle beraber. Geride cok sey birakmis, cok aglamis. Uzun sure bogazi dugumlendigi icin telefonda konusamamis, ama gun gelmis yokuslu ve agaci bol "far far away"e alismis, yeni gullerle tanismis, alinan buyuk hedefler icin buyuk adimlar atmis. Bir hafta sonu Dogu'ya gitmis, cok etkilenmis, bir buyuk adim daha atmis. Bu yeni sehirde suha'si da olmus cafer'i de; programlarin resepsiyoncu kizi da olmus, ascisi da. Hersheys'e de alismis, otobusu durdurmak icin ipi cekmeye de. "Her Giant eagle advantage card" da accept edilmis, ogrenci vize basvurusu da. Sonra doktoraya baslamis, bakmis yaptigi research dunyayi kurtarmiyor, torunlara kalacak, tarihe isik tutatcak(!) bir sayfa birakayim demis, ve kendi kucuk dunyasini anlatmaya baslamis.