28 Ekim 2009 Çarşamba

yerle bir

Yogun bir gunun ortasinda, dogumgunu kutlamasi icin aranan prensese sen sakrak sorulan “organizasyon var mi?” sorusuna alinan “ben cok hastayim teyze” cevabi birden dunyayi durdurur. Tam o arada hat kesilir, korkuyla tekrar aranilir. Prenses sogukkanlilikla iki gun once yasadiklarini anlatir. “simdi nasilsin?” dencek olur ama bogaz dugumlenmistir bir kere. Far far away’de olmanin en zor duygularindan biriyle karsi karsiya kalinmistir. Aslinda yaninda olunsa da elden bi sey gelmeyecegi bilinir, yanindakiler de caresiz MR/test sonuclarini beklemektedir. Sanirim insan uzakta olunca daha bi duygusallasiyor, saclarini oksayarak “bak ben yanindayim” diyememek daha bi yakiyor…

27 Ekim 2009 Salı

eşikten

Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! (Mü’minûn suresi 97. ayet)

25 Ekim 2009 Pazar

Oylesine, amacsiz, beklentisiz...

Herhalde bu resim 20 yil once cekilmis olsaydi cok daha kiymetli olurdu, fotograf makinasinin herkeste olmadigi, ikinci bir sans olmayacagi icin gozleri kirpmamaya cok daha dikkat edilen, ve resimde nasil cikildigi ogrenilmek icin 36lik pozun bitmesi beklenen yillarda (Bilmem, belki de bu resim 20 yil sonra, far far away’in sonbaharini anlattigi icin de kiymetli olur).

Gozumun onunde tam 20 yil once cekilmis bir fotograf, sol bastan: babam, kucuk kardesim ve ben. Babamin uzerinde annemin daha nisanli olduklari bir vakitte ordugu badem desenli gri hirka (ki o hirka hala var) kardesimde ve bende de esofman: boyle bildiginiz iki parca, kollari, pacalari lastikti olanlardan. Kardesiminki sari, benimki pembe. Aslinda o gun kardesimin dogum gunu ama hepimize hediye olarak esofman aliniyor, Sumerbanktan! Abiminki de mavi, ama abim yok o fotografta, cunku abim oturma odasinda gorevimiz tehlike izliyor, ve babamin “hadi” cagrisina kulak asmiyor. Aslinda ben de izliyorum, ama salondan babamin “hadi son bir resim cektirelim” sesini duyunca once filmi biraksam mi birakmasam mi diye tereddut yasiyorum, sonra da neden bilinmez, bir gayret gidiyorum ve koltuga oturuyorum, ayaklarim yere degemiyor. Saclarim tepeden bir tane baglanmis, parmaklarim ic ice gecmis poz veriyorum. O gun henuz okula bile gitmeyen ben, nefsime yenilmeyip o fotografta rol aldigim icin, o gunden 20 yil sonra oturdugu her koltukta rahatca ayaklari yere degen ve hala okula giden ben’i bu denli mutlu edecegimi bilmiyorum.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Bir tarifimsiyi daha sizlerle paylasmaktan onur duyar!

Gece 12ye dogru eve gelindikten sonra, en caliskan ve tutusmus halde “run”a basilip islemin tamamlanmasi icin gereken en az bir saatte yapilacak en faydali isin hasta ve agrili ve hatta sumuklu hale bakilmadan yemek yapmak olduguna karar verilir. Buzluk acilir, tavuk butlari almaya yeltenilirken onceki gun aksam tika basa doldurulan etlerin henuz donmadigi fark edilir, kac gram oldugu bilinmeyen, bilinmek icin de ugrasilmayan kusbasi et tencereye konur , ocak ayari en sicaga, buzluk ayari en soguga getirilir. Tencereye biraz sivi yag eklenir, soyle bi karistirilir, ve sularini tamamen salip sonra tekrar susuz kalincaya kadar etler en sicak ayarda pisirilir. Bu arada e-mailler kontrol edilir, gecenin bi vakti hasta bir baska canin ilim irfan ogrenmek/ogretmek ugruna yaptigi girisim takdir edilir, eskilerden bir is bankasi reklami hatira gelir, baska bir cana hesap makinasi bulmaya calisilir, ve birden ocaktan gelen yanma sesiyle kalkilir. Onceki iki kusbasi denemesinde etler yakildigi icin tedirgin davranilir, ama bakilir ki asayis berkemaldir, biraz rahatlanir. Atayurttan gelen kuru patlicanlari yumusatmak icin mavi kucuk tencerede su kaynatilir. 2 bardagi suyunu cekmis ete konur ve et icin ocak ayari 3e getirilir. Kalanina da patlicanlar atilir. Sonra, calistirilan program tekrar kontrol edilir, daha cok tutusulur. Bir huzursuzluk vardir fakat bunun “yarinki toplantiya yetistiremeyecegim”den mi yoksa “bu etleri de yakarsam”dan mi kaynaklandigi anlasilmaz, bi etler kontrol edilir bi programa bakilir, ikisi icin de zaman hizlandirilamaz, beklenir. Derken baska bir canin verdigi tofita goze carpar, yillardir yenmedigi dusunulerek agza bi tane atilir. Sonra bir orta boy sogan kesilir, suyu yine ceken ete eklenir, biraz kavurulur. Kuru patlicanin tadinin nasil olacagi kestirilemedigi icin bir tane de patates kesilir, tencereye eklenir. Yumusayan patlicanlar da eklenir. Salca konmadigi akla gelir, darilmasin diye o da eklenir. 2.5 bardak daha kaynamis su, sonra tuz, karabiber, kirmizi biber, kekik, Allah ne verdiyse eklenir. Kapak kapatilir, ocak 3’e, dakikalar 25'e ayarlanir. Program tekrar kontrol edilir, sabir tukenmeye yuz tutmustur ama elden bi seycik gelmez. Sonra o 25 dakika nasil gecer hatirlanmaz, yemegin alti kapatilir, sarimsak tozu eklenir, hasta olundugu icin tadina hic bakilmaz, ama gecenin bir vakti bir tabak dolusu yiyen bir gurmenin [:)] "harika olmus!" ovguleriyle mutlu olunur, bir koca kutu “face tissue” bitirilir, burun kipkirmizi, bir dosttan mail beklenir. Derken bu satirlar yazilmaya baslanir. Sona yaklasilirken program hata verir!! Son ana is birakmanin pismanligi yasanir, hasta hasta hadi bakalim sil bastan olur!
Iyi geceler “bininci tekil sahis”
Iyi geceler “bininci tekil sahis”
Iyi calismalar “bininci tekil sahis” !!!

16 Ekim 2009 Cuma

işte o benim abim!

COCUKLUK DONEMINDE: Herkesin erkek bebek ismi dusundugu aylarda, 2.5 yasinda olmasina ragmen bir ”kiz kardesi” olacagini sezen, legolarinin bir kismini kaybedince ne alakaysa gelip benim topumu kesen, en buyuk zevki objektiflere poz vermeye calisan beni guldurmek olan, ve tabi eger ki ayni karede yer alacaksak arkadan iki kulak yapmak olan, calisma mekanizmasini anlamak icin her turlu oyuncagin icini acan, benim ortaligi velveleye verme becerimden oturu hep suclu bulunan, sabahin nurunda yayinlanan cizgi film seanslarinin yandasi, Burak apartmanindaki cocuk odasi oyunlarinin ve bekirkadi mahallesi sokak oyunlarinin en iyi arkadaslarindan (oburu icin bknz. erkek kardes), kisa olan anasinifi gunlerimde beni okuldan alan, kola sisesini kafaya diken, son kalan yaspasta dilimini kimse yemesin diye yalayan, 20 kisilik sunnet grubunun en buyugu (en kucugu icin bknz. erkek kardes) “XXX” (buraya soy ismimiz geliyor) radyosunun kiz sesli spikeri (ee cocukluk doneminden bahsediyoruz) ve “emineeem eminem, daglarin guzeli” adli sarkiyi soyleyen sanatcisi…

ERGENLIK DONEMINDE: Sahur sonrasi yapilan satranc maclarinin ardindan sehir turu attiran, yine bir kacak surus sirasinda polise beraber yakalandigimiz ama sonunda kabak onun basina patlayan, duvarlara siirler asan, gaz gaz sarkilar dinleyen, odasinda degisik kareografi calismalarinda bulunan (bknz. şark, calisma masasi duruslari), ranzanin alt kat sahibi (ust kat icin bknz. erkek kardes), orman yakmasina ramak kalan, balkonda kacak olarak yaptigi her turlu seyi bana da yaptiran, ha bi de bazen kavgaci, fazlasiyla kiskanc, lise okumasi icin gurbet ellere giderken arkasindan cok aglanan, hatta daha gitmeden hamsi yeme torenlerinde aglatan, okul hayatimda hep 2.el kitap kullanmama vesile olan…

OLGUNLUK DONEMINDE: Yillarin gecmesiyle duskunlugumun daha cok arttigi, degeri her gecen gun daha cok anlasilan, onu gormek ugruna kultur baskentinde (!) uzun mesafeler katettiren, bloguma ilk yorum yazma serefine nail olan (:)), dinsel ogeler barindiran discussionlarin karsi tarafi, far far away'e giden kiz kardesin ardindan kaldirima oturup aglayan, dönüşlerde havaalanindaki karsilayici, tasiyici, barindirici, babami ilk defa bugun baba yapan cicegi burnunda baba, cok ozlenen, cok sevilen, hep en iyinin onun olmasi icin ve hep mutlu olmasi icin cok dua edilen…

12 Ekim 2009 Pazartesi

“Evdeki yalnız üye”

Blogta ciktigim gezinti esnasinda, ki cok kisa surdu, mutfak’ta sadece bir üyenin oldugunu gordum, ve yalnizliktan muzdarip oldugum su gunlerde hem kendi yalnizligima hem onun yalnizligina care olmak adina bu yaziyi yazmaya karar verdim (bknz. gereksiz bilgiler). Neyse, bugunku yontemim (tarif degil desem de kimi kandiricam) pirinc pilavi ve kofte icin (ooooo, cok ilgiiiinc, cok degisiiiik!!). zaten amacimiz ilginclik degil, bildik birileriyle yalnizlik gidermek:) once, bir gece boyunca ates ustunde unutuldugu icin yanmis caydanlik altina su konur, ve bu ikili haftalardir temizlenmeyen ocaga konur (midemiz burda kalkti zaten, vaz mi gecsem bu yazidan?) bu arada ele tek kullanimlik eldivenler gecirilir, kac gram oldugu gerek 2.27 kg sekerle olsun, gerekse 453 gram kuru borulceyle olsun yapilan karsilastirmalara ragmen bir turlu heseplanamayan ama 600 gram oldugu tahmin edilen kiyma derin bir kaba konur (zaten evde de ya duz kap vardir ya da derin kap, ortasi yoktur) sonra uzerine yarim bardak musluk suyu, bir yumurta, 5/8 paket kofte harci konur, ve karistirilir. Bu islem bir dakikadan fazla surmez, hemen istenilen buyukluk ve sekilde kofteler en genis T-fal tavaya yerlestirilir (zaten evde tava da iki tanedir, bu cumlede annem goz yaslarini tutamaz, “vah vah kizimi ben sadece iki tane tavasi olsun diye mi buyuttum” diye icin icin uzulur), eldivenler cikarilir, tava ayni pislikteki ocaga konur, ates 3’e getirilir (ve bu esnada anneme “uzulme annem, tavam iki tane ama ocak ayarim 7 tane” denir, teselli edilir:) ) ve kofteler bir sureligine kendi kaderlerine terk edilir. Yeni alinan mavi ufak Teflon tencereye tereyag konur, sehriye bulunamayan bir gunde “egg noodle” adi altinda satilan eristelerin imdada yetistigi unutulmaz, onlara vefa gosterilir, bu sefer evde sehriye olsa da eristeler tercih edilir ve elle sıkılmak suretiyle parcalanarak erimis yaga katilir. Onlar renk degistirirken 1.5 bardak pirinc yikanir, cosss sesleri esliginde tencereye konur, biraz kavrulur (hatta 1-2 damla limon suyu eklenir, pilav beyaz olsun diye ama ben pilavimin beyaz olmasini asla istemem, herkes “esmer pirincle mi yaptin?” diye sormali benimkine) bu arada “ocakta yine suyu unuttun” diyen teyzelerin telasini gidermek icin ocaktaki su alinir, 3 bardak olculerek tencereye konur. Tad versin diye tuz eklenir (ki ben tuzsuzumdur, soya cekim). Kapak kapatilir, ates ayari 3’e getirlir (yani 7 tane ayar olmasi bi sey degistirmez, zaten bir favori vardir hep o kullanilir) saatler 13 dakikaya ayarlanir ve kofteler ters cevirilir. Pilav pismeye kofteler de piser, bu arada telim calar (disari kapinin zili bozuk oldugu icin gelenler zil calmaz beni arar, gerci hop-hop sirin gibileri asagidan bagirmayi tercih eder:) ) ben asla gidip asagi kapiyi acmam, anahtari atarim, evin kapisini acarim, daha gelenler gorulmeden onlara laf atmaya baslarim, sonra “aman efendim kimler gelmis” demem, cunku zaten biliyor olurum kimlerin gelecegini. Dostlari karsida gorunce mutlu olurum, hatta mutluluktan japona donerim:) ve artik mutfak’taki tek uyenin yalnizligi ebediyen, benim yalnizligim gecici bir süre devre dışıdır!

her insanin bir ismi, her yazinin bir basligi olmali mi?

Ayni anda kac duyguyu yasayabilir insan? Ozlem, yalnizlik (maddeten), korku, endise, pismanlik , hirs, ve benzeri… (bir de, nasilsa kimse okumuyor neden yazip duruyorum dusuncesinden hasil olan duygu hali var ki bunu ifade etmeye lugatimizdan bir kelime uygun gorulemedi!)tabi bir de uzerine icerden bir ses gelmese paranoyasi (ki bu noktada bana aciyip kucak acmaniz gerekmekte). Kafamda bir sahne canlandi birden: yine yillar yillar once, ama kucucuk ufacikken degil de gencken bir zaman. Yaz okulu bitmis, kampus ve cevresi alisilmadik bir seyreklige burunmus. Tabi el mecbur staj baskentinden ve tabi annesiz-babasiz evimden ayrilamamaktayim. Ama yalnizim (maddeten) ve korkmaktayim (ki o yillar o sehirde kapkaccilik olsun, gasp olsun, hepsi saltanat surmekte, bu darbe yiyip duran beden de bundan nasibini coktan almis, o sahneleri tekrar ve tekrar yasamakta). Kafamdan istemeden yazdigim senaryolar da hep kotu sonla bitmekte, sanki Çaki'yi (Chucky) yeni izlemisim gibi bir odadan diger odaya gecememekteyim. Iste oyle bir gun, bir dost eli yardimima kosuyor ve bana sirli bir kitap hediye ediyor. Nokta. Canlanan sahne burda öldü. Yani neymis, korkuya care bulunurmus. Peki ozleme care bulunur mu? Hele bu saat olmus da hala aramamissa? Sonra pismanliga? Her gecen gun aleyhime islemekteyken, her gunun aksaminda kendi kendime sozler vermekteyken? Zamanin hizli akisina ve cildirticiligina karsi sabrim tukenmekteyken?

Gece-gunduz, gece-gunduz, gece-gunduz, gece-gunduz, gece-gunduz.....
Tik-tak, tik-tak, tik-tak, tik-tak, tik-tak…..

11 Ekim 2009 Pazar

küçüktüm ufacıktım

Sabah namazini muteakip saatin kac oldugu umursanmadan edilen kahvaltinin ardindan gunes yakmaya baslamadan yeterli olcude mesafe alabilme gayesiyle ve gayretiyle hizli, telasli ve heyecanli, atayurdun yazlari da serin olan sehrine, amcamlari ziyarete gidiyoruz. Gunes yeni dogmus. Abim on koltuga oturmaya hak kazanacak kadar buyuk degil, arkayi ucluyoruz. En bencil ben oldugum icin yatma pozisyonunu almisim coktan. Sessizlik icinde, bir kac saat yol aliyoruz, bas sehire gelmeden benim de uyesi oldugum arkadaki kardes grup uykusunu alip yolculuga konsantre olmaya basliyor. Benim midem her zamanki gibi bulaniyor. Servis isinden sorumlu annem, bastirsin diye bana cubuk kraker veriyor. Babamin nesesi her zamanki gibi yerinde, coskulu. Arabamiz Dogan SL ya da SLX, neydi hatirlamiyorum, ama plakasi DF 999, nedense cikmiyor aklimdan. Babam teybi aciyor. Meleyen Azeri abladan kurtulduk ama Mrs. Abacidan kurtulamiyoruz bir turlu, babam eslik ediyor “beeeende kar yanginlari, seeeeende goc hazirligi. Asiydim kardelen cicegindeeen bahar topragina yuzunu sureeeen”. Bir su basi bulsak durup yarim kalan kahvaltimizi yapacagiz, ki babam icin ikinci kahvalti. Yok surdaki mi burdaki mi derken ben ya acliktan olecegim ya da mide bulantisindan kusacagim! En nihayetinde, koylulerin bahcelerinden topladigi meyvelerin de satildigi agaclik bir yerde babamin ove ove bitiremedigi “su”yun yakininda, ki butun sular benim icin ayniydi o zamanlar, mola veriyoruz. Pogacalar yeniyor, meyve aliniyor, babam zorla sudan iciriyor, yolculuk kaldigi yerden devam ediyor. “kizilciklar olduuu mu selelere dolduuu mu heeeey”, bu sarkiya ben de icimden eslik ediyorum. Ve o da ne, 55 plakali bir araba bizi geciyor, ve babamdan ilk soru geliyor “evet, 55 nerenin plakasi, bilene 10 puan!”. Tahminler yapiliyor, yaklastin, onunki şu, ipuclari derken atayurdun kuzeyindeki nadide sehrimiz biliniyor. Yol boyunca butun plakalara ayni muamele yapiliyor. Sular, meyve sulari, meyveler, kekler, annem surekli servis yapiyor. Mercedes abilere yol veriliyor, hadlerini bilmesi gerekenlere hadler bildiriliyor. “bilirsin ki aglamam, bilirsin aglayamaaaam, bilirsin ki ölürüüüüm, bilirsin yaaasayamam”. Ve babam matematik sorularina geciyor, oldum olasi hazzetmem! Abimle kardesimin kafadan problem cozme zekalari cok yuksek oldugu icin sanirim arada eziliyorum, oysa sinifta ne de basariliyim. Derken babam yoruluyor, ve ben asli gorevimi yapiyorum, ellerim agriyor aslinda, ama babama kiyamiyorum, devam ediyorum. Karnimiz acikiyor, benzin de alinmasi gerekiyor. Itinayla Shell istasyonu araniyor. Tekrar yola koyuluyoruz. Gunes batmadan abimin dogdugu sehre variyoruz. Bizimkilerin eskiden oturduklari evin onunden geciyoruz, anilar anilar..
“Beraber yuruduk biz bu yollarda, beraber islandik yagan yagmurda, simdi soyledigim tum sarkilarda, bana her sey seni hatirlatiiiiiiyooor”. Evet, bana her sey cocuklugumu hatirlatiyor!

3 Ekim 2009 Cumartesi

atayurdun tam ortasinda bir kış gunu

Bitis ziline 10 dakika kala artik gocuklari giymeye basliyoruz, atkilar sımsıkı sariliyor, canta sirta takiliyor, suluk boyuna, gevezelik ediyorum. Ve zil caliyor, siniftan ilk once cikma telasi nedendir bilinmez kapiya hucum basliyor. Oglenciler yavas yavas sira olmaya baslamislar bile, fonda ogrenci cigliklari evin yolunu tutuyorum. Yururken donmus su birikintilerine basip onlara catlatmaya azami ozen gosteriyorum. Eve giris sahnesi yok aklimda, oglen yemegini de es geciyor hatiralarim. Kendimi odev yaparken buluyorum. Once parcayi okuyorum, sonra kelimelerin anlamlarini Turk dil kurumunun sozlugunden kopyaliyorum. Basliklari hep kirmizi kalemle yaziyorum. En cok kelimeleri cumle icinde kullanmayi seviyorum. Cok dusunuyorum, guzel cumleler kuruyorum, sonraki gun sinifta okuyusumu hayal ediyorum. Okudugumuzu anladik mi sorularini cevapladiktan sonra, matemetik odevine geciyorum. Sira hayat bilgisine geliyor. Mevsim ilk bahar olsaydi köyümüzü taniyacaktim ama simdilik “kış hazirliklari nelerdir”i arastiriyorum. Odevlerimi salondaki sehpanin uzerinde yapmayi seviyorum. Odevler bitince buzlu camla ayrilmis oturma odasina geciyorum. Anneannem (Allah rahmet etsin) yere sari piti kareli sofra bezini seriyor. Televizyon karsida oturuyoruz. Memleketinden gelirken getirdigi ve ozenle dilimledigi ekmeklere once ev yapimi salca suruyor, sonra zeytinyagina batirip kardesime ve bana veriyor. Ben nedense uzerine tuz ekmeden yiyemiyorum. Elimde tadi aklimdan bir turlu cikmayan bu dilimler “Anadoludan Goruntuler” programinin bitmesini bekliyorum. Babam T.O'dadir, ablam okulda ama annem nerde, abim niye yok o sahnede bilmiyorum. Aklimda sadece kardesim, anneannem, ben ve sari piti kareli sofra bezi ve bir de GAP projesi…

2 Ekim 2009 Cuma

mutlulugun ne cok resmi var

Bir cuma aksami, okuldan yorgun argin gelindikten sonra yaklasik yarim saat surecek yolculuk icin araba ayarlanmissa, elde kekler cipsler yollara dusulmusse, kopruden sonraki ilk exit’ten cikilip kivrimli yol mide bulantisiz atlatilmissa, daha minicik cocuklariyla derinden gelen bir gulumseme bizi karsilamissa, bir hafta aradan sonra herkesle ozlem dolu kucaklasilmis ve birbirimizi gordugumuze sevinilmisse, nefes almadan kahkahalar icinde bir haftanin ozeti gecilmisse, sonra yukari cikilmissa biraz ciddilesmek adina, aylar oncesinde konusulan bir konu unutuldugu dusunuldugu bir anda hatirlanmissa tam yerinde, icimizden biri vakti girmisken O’nu bekletmemek icin hatirlatmada bulunmussa, gayret herkesin gozlerinden okunuyorsa, sozler verilmisse bundan sonrasi adina, sorulan sorulara cevaplar bulunmussa, hepberaber sesli sesli soylenenlerin ardindan binbir cesit bir sofra asagida hazir beklemekteyse, keske zahmet etmeseydi minicik cocuguyla diye bir yandan uzulunurken sofranin guzelligi karsisinda hasil olan sevincle hemen eyleme gecilmisse, hicbir zaman yapilamayacak tarifler istenmisse, bulasiklar yikanip ortalik soyle bir toplandiktan sonra gonul rahatligina kavusulmussa, candan kucaklasmalardan sonra herkes eve teslim edilmis sonra donus yoluna dusulmusse, ve icler huzur dolmussa, daha ne istenir ki mutluluk adina!

bana mesaj

Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah'ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline! Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi kim yola getirebilir? Düşünmüyor musunuz? (Câsiye SURESİ, 23.ayet)